İstanbul’dan Ölüme Gönderilen 80 Bin Sokak Köpeği

İstanbul’un tarihinde 3 defa ciddi boyutlarda sokak köpeği katliamı yaşandı. 1910’daki ilk teşebbüste 80 bin köpek toplandı ve aç bırakılıp ölüme terk edildi. 1912’deki 2. girişimde 30 bin, 1980 sonrasındaki 3. itlafta da 83 bin hayvanın canına kıyıldı.

İstanbul’dan Ölüme Gönderilen 80 Bin Sokak Köpeği

Tanınmış Fransız politikacı, diplomat ve yazar François-René de Chateaubriand (1764 - 1848), ‘Paris, İstanbul, Kudüs Bir Seyyahın Günlüğü’ adlı kitabında, dönemin İstanbul’unu anlattı: ‘Galata’da karaya ayak basar basmaz rıhtımdaki canlılığa, hamallara, tüccarlara, denizcilere dikkatle baktım. Kadınlara, tekerlekli arabalara rastlanmaması olağandı. Sahipsiz sürüler halindeki köpekler, şehrin ilk göze çarpan manzarasıydı…’

Yabancı seyyahların, diplomatların anılarındaki köpekler, İstanbul’un değişmeyen parçasıydı. Özellikle de Osmanlı döneminde ayrıcalıklı yere sahiptiler. Şehri anlatan gravürlerde, çizgi resimlerde, 19. yüzyılın 2. yarısından sonra çekilen fotoğraflarda da hemen fark edilen/göze çarpan unsurlardı.

Bir başka Fransız politikacı, şair, yazar ve tarihçi Alphonse de Lamartine’ye (1790 - 1869) göre Türkler, canlı cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşardı. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, Allah’ın yarattığı her şeye derin saygı gösterirlerdi. Avrupa’nın terk ettiği, zulmetmekten çekinmediği türlere/varlıklara kucak açarlardı. İstanbul’un tekmil sokaklarında köpekler için içi su dolu kaplar konulurdu. Karınları düzenli şekilde doyurulurdu.

- Köpekler, İstanbul’a Fetihten Sonra Geldi… -

İstanbul, Bizans yönetimindeyken kediler çoğunluktaydı. Türk idaresi kurulduktan sonra köpekler sayıca üstünlüğü kazandı. Bir Bizans tarihçisine göre, Osmanlı - daha doğrusu Türkmen askerler! - şehre girerken köpekleri de beraberinde/yanında getirdi.

Fetihten Tanzimat’ın ilanına kadar - yaklaşık 4 asır boyunca! - köpekler, şehir ahalisi ile mahallelerde, sokaklarda, bahçelerde yan yana barış içinde hayat sürdü. Fetih güçlerinin ardından İstanbul’a ayak basın sadık hayvanlar, halkın derin İslâm inancı ve merhamet duygularından ötürü korundu. ‘Yardım edilen, şefkat gösterilen, karnı doyurulan canlının öteki âlemde şahitliğine inanılırdı.’ Hatta mahalle sakini kabul edilirlerdi. Onlar da, fahri sahiplerine/vasilerine omuz verirlerdi. Mahallenin güvenliğini sağlarlardı. Sakinleri, yabancılara/suçlulara karşı korurlardı. Hatta pek çok çöpü de temizlerlerdi. Dökülen/artık yemekleri midelerine - afiyetle! - indirirlerdi. 

Zengin Müslümanlar, sokak köpeklerinin/hayvanlarının beslenmesini ve korunmasını gönüllü üstlenirdi. Görevlendirdikleri personel(ler) vasıtasıyla sakatatçılardan ciğer alıp, sokak sokak dolaştırıp dağıttırırlardı. Hatta hayvanların korunmasına/kollanmasına/doyurulmasına yönelik vakıflar ihdas ettiler. Varlıklarının önemli kısmını aktarmaktan çekinmediler.

Dini/geleneksel temellere dayandırılsa da, Türklerin hayvan sevgisi Batılıları şaşırtırdı.

- Avrupalı Seyyahlara Göre İstanbul, ‘Kocaman Bir Köpek Harası’ydı… -

İtalyan asıllı şair, yazar, romancı Edmondo de Amicis’in (1846 - 1908) 1877 tarihli Constantinople - İstanbul! - adlı kitabına bakılırsa, ‘İstanbul, kocaman bir köpek harası’ydı. ‘Şehre gelen herkes bunu görürdü. Köpekler, ikinci büyük nüfusu oluştururdu. Adeta geniş, muazzam ‘bedavacılar cumhuriyeti’nde toplanmışlardı. Ne tasmaları, ne sahipleri, ne mahalleleri, ne evleri, ne de kanunları vardı. Ama gözle görülebilen belli düzen içindeydiler. Bütün yaşamları sokaklarda geçerdi. Evlerden/köşklerden verilen/atılan yemek artıklarını yiyip karınlarını doyururlardı. Kimse ne yaptıklarına karışmazdı. Sadece sahiplenir ve ihtiyaçlarını, rahatlarını karşılamaya çalışırlardı.’

Amicis’e göre İstanbul, ‘köpekli kent’ti, yeryüzündeki ‘köpek cenneti’ydi.

Sosyologlara göre, şark/doğu toplumları hayvanlarla iç içe yaşamayı severdi. Hayvanat - özellikle de köpekler! -, şehrin içinde, mahalle aralarında, sokaklarda ve bahçelerdeydi. Serbestçe dolaşırlar, karınlarını doyururlar, diledikleri gibi yaşarlardı. Kediler ise, köpeklerden farklıydı: Evlerin odalarında beslenirdi.

Garp/batı toplumlarında durum biraz daha farkıydı: Hayvanlar evin dışında değil içindeydi. Beslenmelerine, cinslerine özellikle dikkat edilirdi. Her hayvanın neslinin saflığı önemliydi. Irkın melezleşmemesine dikkat edilirdi. Nüfus kayıtlarının tutulmasına özen gösterilirdi. Belirli, önemli görülen nevilerin üretimi/bakımı teşvik edilirdi. Çoğunluğu da avda kullanılanlar tercih sebebiydi. 

- Cadde-i Kebir Dahi Köpeklerin Koruması Altındaydı… -

Osmanlı şehirlerindeki insan-hayvan ilişkileri, Batılılaşma çabalarının yoğunlaşmasıyla değişmeye başladı/zorlandı. 19. asra kadar içine kapanık hayat süren toplum, kabuğunu kırdı, hızla sosyalleşip değişti. Batılı diplomatların/seyyahların belirttiği gibi, köpeklerle dolu sokaklar, her meslekten insan(lar) tarafından da kullanılır oldu. Sakin, zamanın çoğunda uyuyup dinlenen fahri mahalle bekçilerinin ruh halleri/tavırları değişti. Hayvanlar, yabancı gördüğü şahısları rahatsız etti, saldırdı, yaraladı ve hatta öldürdü. Issız sokaklar, sakini olmayan/tanınmayan kişiler için tehlikeliydi. Cadde-i Kebir/’Büyük Cadde’ - İstiklal Caddesi! - dahi köpeklerin koruması/kollaması altındaydı.

Batılı gözle, ‘köpek dolu sokaklar yoksulluk, düzensizlik, kirlilik, kaderine terk edilmişlik’ti. Batılılaşabilmek, Avrupa’nın ünlü şehirlerinde yaşayanlara benzeyebilmek için disiplin, temizlik ve güvenlik gerekliydi. Sokaklar, caddeler paklanmalı, arındırılmalıydı. Köpekler tecritli mekânlara gönderilmeli/sürülmeli, rahatsızlık vermeleri engellenmeliydi. 

Aslında sokak köpeklerinden ilk şikâyetler, Kanuni Sultan Süleyman döneminde görüldü. İmparatorluğun başkentinde bine yakın hayvan yakalandı ve itlaf edildi. 

Birinci Ahmet de köpekleri toplattı, fakat kıy(a)madı. Üsküdar’a sürdürdü; bakım ve beslenmeleri için görevliler atadı, masraflarını karşıladı.

Köpeklerin pisliklerinden ekonomik getiri de sağlanırdı. Dışkıları gübre niyetine sebze bahçelerinde ve tarlalarda kullanılırdı. Kakaları deri terbiyesinde önemli ara maddeydi. Kimyasallar bilinmediğinden kazurattan istifade edilirdi. 

- 2. Mahmut’un Düzenlediği Tehcir Yarım Kaldı… -

İstanbul’da köpek karşıtı ilk ciddi tedbirlerin alınma nedeni ölümle biten saldırıydı. Galata’da gece yarısı dolaşan İngiliz turist/diplomat köpeklerin tecavüzüne uğradı. Elindeki bastonuyla karşı koymaya çalıştı. Kaçmaya yeltendi fakat yüksekçe duvardan düşüp hayatını yitirdi. 

İngiliz vatandaşının beklenmedik şekilde hayatını kaybetmesi diplomatik sıkıntı yarattı. İngiliz hükümeti, İstanbul’daki Büyükelçiliği aracılığıyla olayı protesto etti ve nota verdi. ‘Katil sokak köpekleri hemen yakalanmalı ve cezalandırılmalı’ydı! 2. Mahmut’un saltanat dönemiydi. Batı dostu hükümdar hemen emretti:

‘Şehirdeki, özellikle de Pera’daki kelpler hızla toplansın! Teknelere, gemilere doldurulsun! Hayırsız Ada’ya götürülüp bırakılsın!’

İlk kafileler yola çıkarıldı, anılan adaya bırakıldı. Ama sonrası getirilemedi. İstanbul ahalisi ses yükseltti, durumu protesto etti. Köpek toplama merkezleri basıldı, hayvanlar hürriyetlerine kavuşturuldu. 

Olaylar, Mareşal Helmuth Karl Bernhard von Moltke’nin anılarında da yer aldı. Prusyalı ünlü asker Moltke, Sultan’ın askerî müşaviriydi. Anlatısına göre, toplanan sokak köpekleri mavnalara dolduruldu. Bir miktar yiyecekle Marmara’daki ıssız adalara gönderildiler. 

Halk arasında Sultan 2. Mahmut’a ‘Gavur Padişah’ denirdi. ‘Yaptırdığı işler dine uygun bulunmazdı.’ Yayılan rivayetler, seslendirilen memnuniyetsizlik, toplu gösteriler dikkatinden kaçmadı. Uygulamadan vazgeçmek, geri adım atmak zorunda kaldı. Yola çıkan mavnaları çağrıldı. Hayvanlar, Üsküdar yöresine indirildi. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmakla tarihe geçen hükümdar, halkın tepkisinden çekindi. Moltke bile duruma şaşırdı.

- Tramvay Güzergâhındaki Köpekler Toplandı… -

İstanbul’daki sokak köpeklerin sürülmesi meselesi, 2. Mahmut’un oğlu Sultan Abdülaziz döneminde de gündeme geldi. 1865’de bir araya getirilen kelpler, Hayırsız Ada’ya gönderildi. Büyük İstanbul Yangını çıkınca geri getirildiler. Köpeklerin ahının tuttuğuna inanıldı. Beyazıt’tan Gedikpaşa’ya kadar yüzlerce ev, köşk ve konak yandı. Servetler yitirildi, aniden yoksullaşıldı, belirlenemeyen sayıda insan da telef oldu.

İstanbul’da ilk tramvay 1871’de faaliyete geçirildi. Sokaklarda serbestçe gezinen köpeklerin rahatlık dönemi sona eriverdi. Tramvay hattı/yolu üzerinde yatıp kalkanların hayatları tehlikeye girdi. Pek çoğu ezilerek ölmekten kurtulamadı. Güzergâhlar hayvanlardan temizlendi. Yakalananlar, Anadolu yakasına ‘tayin edildi’!

Dönemin önemli aydınlarından Şinasi de ‘köpek karşıtı’ydı. Muhalifliğini gazete yazılarında açıkça belli ederdi. Gazetesi Tasvir-i Efkâr’da yayınladığı makalelerinde - özetle! - köpeklerin şehir yaşantısına uygun düşmediğini, gruplar halinde dolaştıklarından insanları korkuttuklarını savunurdu. ‘Sayıları azaltılmalıydı. Hatta cinsiyetlerine göre ayrılıp, farklı bölgelere gönderilmeli, cinsel temasları engellenmeliydi.’ 

Sözü dinlenen, önemli aydın - sokak köpeklerine muhalifti! - Abdullah Cevdet, 1909’da konuyla ilgili kitap yazma gereğini hissetti. ‘Medenî şehirlerde hayvanların başıboş/gelişi güzel dolaşmalarına/hareket etmelerine izin verilmezdi. İstanbul’da görülen ve olağan kabul edilen manzara(lar) utanç vericiydi.’

- 2. Abdülhamit’in Özel Doktoru Mavroyani Paşa’nın İlginç Tespiti… -

2. Abdülhamit devrinde, İstanbul köpekleri en rahat/en konforlu günlerini yaşadı. Padişah kelplerle uğraşmadı fakat şehirdeki - muhtemel! - kuduz hastalığına/salgınına karşı ciddi tedbirler de al(dır)dı: Pastör Kuduz Enstitüsü’nün 3. şubesinin açılmasını sağladı. Kuruluşa maddi yardım yaptı, Paris’te Osmanlı vatandaşlarının eğitilmesinin/eğitim almasının yolunu da açtı.

Sultan’ın özel hekimi, - Rum asıllı! - Spiridon Mavrogenis, nam-ı diğer Mavroyani Paşa (1817 - 1902), kelpler hakkında bir araştırma yaptı, ‘Sokak Köpekleri’ adı ile de neşretti. Paşa’nın belirlemesine göre, şehirde ciddi sayılacak kuduz vakasına rastlanmamıştı. ‘Serbest çiftleşme, doğal aşının yerini tutuyordu!’

Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in 2 İstanbul seyahatinin - ilki 1889’de, ikincisi 1898’deydi! - hemen öncesinde köpek sürgünü gündeme getirilmeye çalışıldı. Fakat Mavroyani Paşa göğsünü siper ederek konunun rafa kaldırılmasını sağladı. Padişah da desteğini gösterdi.

1910’da İstanbul köpeklerinin rahatı kaçtı/sona erdi. İngiliz Büyükelçisi’nin resmi şikâyeti tehciri başlattı. Şehrin her yerine yerleşen hayvanlar, özellikle Pera’da kalabalık sürüler halindeydi ve garip/rahatsız edici sesler çıkarıyordu. Ulumaları bazen bütün gece sürüyordu. Sefaret mensupları uyuyamıyordu. Durum yetkililere iletildi ve tedbir alınması beklendi.

Hatta sonradan anlaşıldı ki elçilik, bazı adamları para ile tutup işe girişmişti. Köpekler toplanıyor, kayıkçılara da ödeme yapılıp Üsküdar sahiline gönderiliyordu.

- Köpek Leşlerinden Para Kazanma Önerisi… -

Ama dönemin Pastör Enstitüsü’nün Müdürü Dr. Remlinger’in - 1910 Mayıs’ında dillendirdiği! - önerisi daha radikaldi ve çözüm sunucuydu! O yıllarda İstanbul’da 60 ile 80 bin arasında köpek yaşadığı tahmin ediliyordu. ‘Köpekler topluca itlaf edilip derilerinden ve kemiklerinden yararlanılabilirdi. Kemikleri toz haline getirilip tutkal yapımında kullanılabilirdi. Hükümet, operasyondan 300 bin Frank kadar para da elde edebilirdi. Şehir hem köpeklerden arındırılır, hem beklenmedik maddi kaynak oluşturulabilirdi.’

Öneri, bazı nazırlar tarafından, hususen de Dâhiliye Vekili Talat Bey’ce dikkate alındı ve ilgilenildi. Ama toplu itlaf halktan saklanamazdı ve gelişebilecek toplumsal tepki de ölçülemezdi. Başka bir çözüm yolu aranmalıydı. Önce bir denemede bulunuldu. Toplanan kelpler, Sivri Ada’ya mavnalarla götürüldü. Ama aç ve susuz bırakılmadı, zaman zaman yemek artıkları taşındı.

Sokak köpeklerinin tahliye edilmesinin az bilinen diğer sebebi de: Dericilikte kullanılan köpek pisliğinin yerini kimyasalların almasıydı. Dışkı tedarikçilerinin hatırı sayılır gelir kaynağını yitirmeleriydi. Biriken atıklar kötü kokuyor, çirkin görüntüler de oluşturuyordu.

Bir başka rivayete göre Fransa, İstanbul’da toplanacak köpeklerin tamamına talip oldu. Hayvanlar, kimya endüstrisinde, özellikle de parfüm yapımında kullanacaktı. Türk hükümetine belli ücret de ödenecekti. - Tarafların aralarında sözleşme imzaladığı bile ileri sürüldü! - Operasyon için süre istendi.

- Tehcir İçin Sağlanan 14 Bin Franklık Kredi… -

Sürecin sonucunda netice alın(a)madı. Daha doğrusu talip ülke menfi ya da müspet cevap vermedi. Türk yetkililer pazarlık payı olabileceğini iletip yine beklemeye geçti. Neticede ‘bilabedel’ - ücretsiz! - götürmeleri dahi teklif edildi. Depolarda, ambarlarda duran köpekler hareketsizlikten ve yetersiz beslenmeden telef oluyordu. Fakat umulan gelişme yaşanmadı.

Bir diğer tarihi kayda göre, İttihat ve Terakki yetkilileri, İstanbul’u bir Avrupa kentine dönüştürmekte/benzetmekte kararlıydı. 14 bin Frank tutarında kredi sağlandı. - Köpeklerin toplanmasında ve Topkapı semtindeki siperlerde muhafaza edilmesinde kullanılacaktı! - Ama ciddi plânlama yapılmadan düğmeye basıldı. Problemin devasa boyutları hemen ortaya çıktı: Kelplerin barındırılacağı yerler yetersizdi. Çıkardıkları gürültü ve yaydıkları koku çekilmezdi. 

29 Mayıs 1910 Pazar günü tehcir kararı alındı. Hayvanlar - daha önceki gibi! - Hayırsız Ada’ya - Sivri Ada! - gönderilecekti. Paraya ihtiyaç duyan, günlük kazandığı ile geçinenlerden toplama ekipleri oluşturuldu. Demir kafesler tedarik edildi. Nakliye mavnaları tutuldu. Kolluk kuvvetlerinden de yararlanıldı.

Köpek toplayıcılarına demirden mamul kıskaçlı maşalar dağıtıldı. Ödeme, kelle sayısına göre yapılacaktı. Hayvanlar başlarından, gövdelerinden, bacaklarından ve hatta kuyruklarından yakalanıyordu. Her yerleri yara, bere, kan içindeydi. Acı çektikleri hallerinden ve çıkardıkları seslerden anlaşılıyordu. Kurbanlar üst üste yığılıyor, dar kafeslerde eziliyor, sakatlanıyor ve can acısından çırpınıyordu. Manzarayı görüp dayanamayanlara, karşı duranlara, sert tepki gösterenlere rastlanıyordu. Hele geceler çekilmezdi. Karanlık bastırdıktan sonra duyulan iniltiler, çığlıklar ve ulumalar, İstanbulluların uykularını kaçırıyordu. 

- Bir Kısım İstanbullu Tehcire Sessiz Kalamadı… -

3 Haziran 1910 Cuma günü tehcir yolculuğu başlatıldı. Dâhiliye Nazırı Talat Bey ile İstanbul Şehremini - Belediye Başkanı! - Suphi Bey’in kararlılığı sonuç getirdi.

Yakalama esnasında şahit olunan sahnelerin benzerleri nakliye sürecinde de yaşandı. Köpekler, yaraları tedavi edilmeden, üst üste pamuk balyası gibi mavnalara yüklendi.

İstanbul’un yerli halkı köpeklere dokunmadı. Sürgünün uğursuzluk ve bereketsizlik getireceğine inanıldı. ‘Allah, yarattığı/can verdiği her mahlûkatın karnını doyurur, rızkını temin ederdi.’ Yapılanlara dayanamayan bir grup harekete geçti. Tophane’de bir mavna basıldı, içindeki hayvanlar serbest bırakıldı.

Payitaht’ın simgesi, mahallelerin fahri bekçisi, şehrin en eski sakinleri birkaç günde göçe zorlandı. Mavnalar, takalar, küçük ve orta boy gemiler istikametlerini Hayırsız Ada’ya çevirdi.

Hayırsız Ada/Sivri Ada kayalıklardan ibaretti. Üzerinde birkaç dikili ağaç görülürdü. Köpeklere yiyecek bulma imkânı/şansı sunmuyordu. 

Bir görgü şahidinin anlatımına göre, sıcaktan ve susuzluktan kırılan köpekler, bir su kuyusuna rastladı. Hep birlikte saldırır gibi atladılar. Aşırı yoğunluk ve yığılma bir anda drama dönüştü: Yüzlercesi boğulup/ezilip hayatını yitirdi. Memba, toplu mezara döndü. Çok geçmeden de ortaya çıkan ağır çürük kokusu söndürülmüş kireç dökülerek giderilmeye çalışıldı.

- Köpek Cesetleri Kireç Kuyularına Atıldı… -

İttihat ve Terakki Partisi, hayırsever/hayvansever vatandaşların yardım girişimlerini engelledi. Hamiyetperver İstanbul halkının yiyecek iletme çabaları sonuçsuz kaldı. Alınan güvenlik önlemleriyle köpekler açlığa ve susuzluğa bilinerek/istenilerek terk edildi. 

Adaya çıkarılan bekçiler, hayvan leşlerini açılan kireç kuyularına dolduruyordu.Çürüyen cesetlerin çıkardığı ağır pis koku, Anadolu yakasındaki mahallelerde hissedildi. Vahim durumun etkisi 2 - 3 yıl sürdü.

100 bine yakın sokak köpeğinin sürgününe Avrupa basını kayıtsız kalmadı. İstanbul’dan özel muhabirlerinin yolladığı fotoğraflara ve ayrıntılı haberlere yer verildi. Fransızların ünlü gazetesi Le Petit Parisien, ’80 bin sokak iti kayalık adaya sürüldü!’ başlığını kullandı. Havadisin detayında, ‘köpeklerin kurak adaya bırakıldığı, karınlarının nasıl doyurulacağı konusunda bir çalışma yapılmadığı,’ yazılıydı.

16 Temmuz 1910 Cumartesi tarihli L'Illustration dergisinde, Samuel Weinberg imzalı tam sayfa neşredilen fotoğraf, vahşeti bütün çıplaklığı/korkunçluğu ile ortaya koyuyordu. Sivri Ada, ‘Mahşer Adası’na dönüşmüştü. Köpekler birbirine saldırıyor, parçalıyor ve kopardıklarıyla açlıklarını gideriyordu.

- İtlaf, 1912’de Tekrarlandı… -

Fransız sosyalist gazeteci - yazar Robert Gillon anılarında ‘Hayırsız Ada’da şahit olduğu sahneleri anlattı. ‘Adaya yaklaştıkça rüzgârla birlikte burnuma dayanılması/tarif edilmesi zor pis kokular geldi. Kendimizi bayıltacak kadar ağır ufunet girdabında bulduk. Kitleler halinde ölen köpeklerin cesetlerinden çıkan rayiha insanı kusturacak kadar ağırdı. Adada görevli bekçiler, köpeklerle beraber yaşıyordu. Ölen hayvanları toplayıp kireç kuyularına atıyorlardı. Ama yine de mani olamıyorlardı.’

Talat Paşa ve İstanbul Şehremini, şikâyetlere, itirazlara ve uyarılara rağmen toplu köpek itlafına netice alınana kadar devam etti. 

1912’de İstanbul Belediye Başkanlığı’na getirilen Cemil Topuzlu da, 30 bin civarındaki köpeği ölüme yolladı. Hayırseverlerin, katliamdan çekip aldığı hayvanat, açlık, susuzluk ve sürgün sonucunda netleşen ‘resmi kader’den kurtulamadı. Topuzlu, hatıralarında eylemini, ‘Şehreminliğe tayinim sırasında 30 bine yakın köpeği şehirde dolaşır buldum. Onları da yavaş yavaş imha ettirdim,’ şeklinde yazacaktı.

İstanbul halkı, köpeklere reva görülen eziyet ötesi muamelenin ağır lanetlere sebebiyet verdiğine inandı: 1912’de şehri yıkan büyük deprem, Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşı mağlubiyetleri, payitahtın işgali, hatta 600 yıllık imparatorluğun çöküşüne neden gösterdi.

Türk dostu Fransız vatandaşı Pierre Loti (1850 - 1923), İstanbul sokak köpeklerine reva görülen sürgüne şahitlik etti. ‘Doğu Düşleri Sona Ererken’ adlı kitabının bir bölümünü de tehcir faciasına ayırdı: ‘Bu ülkeye 2. Mehmet’in ardından geldiler. Sonsuza kadar yerleşeceklerini düşündüler. Şimdiye kadar hiçbir kötülüklerini görmedikleri insanlara güvenleri tamdı. Levantenlerin hükümete söz geçireceklerini hesaba katmadılar. Hiç kimseyi ısırmadılar ve zarar vermediler. 4 veya 5 asır süren bağlılıktan sonra, en acımasız kırıma hüküm giydiklerini gördüler. Direnemediler, kadere boyun eğmek zorunda kaldılar.’

- ‘Hayvan Partisi’nin Özür Dileme Teşebbüsü… -

4 Ekim 1922’de, hayvan haklarını koruma amacıyla ‘Himaye-i Hayvanat Derneği’ kuruldu. Hayvanseverler örgütlenmeye çalıştı.

Cumhuriyet döneminde Ankara’da görevli Batılı bir diplomatın gözlemi ilgi çekiciydi. Adından ziyade izlenimi daha önemli dışişleri mensubu toplum anlayışındaki değişimi vurguladı: ‘Türkiye’de köpekler evin içine gir(e)mezdi. Ama mahallede beslemeye dikkat edilirdi. Komşular, - sözleşmiş gibi! - her gün yiyecek verirdi. Sonra davranışlar değişti. Pet shoplardan, barınaklardan temin edilen hayvanlar, evlere alındı. Bir süre sonra da yol kenarlarına ya da hayvan sığınma merkezlerine bırakıldı. Ne eski gelenek yaşatılabildi, ne de Avrupai tarzda hareket edilebildi.’

İttihat ve Terakki’den 70 yıl sonra tarih yine tekerrür etti. 12 Eylül 1980 sonrasıydı. İstanbul’da 88 binden fazla köpek öldürüldü. Basına açıklanan resmi sayı: 88.153’dü. 3089 kedi de itlafa uğradı. Evren yönetimince İstanbul Belediye Başkanlığı’na getirilen asker kökenli idareciler, şehri sokak hayvanatından kurtardı! Durum, İstanbul Belediyesi’nin Veteriner İşleri Müdürlüğü’nün 1984 yılı resmi kayıtlarına bile geçti.

Ülkemizde kurulu bir siyasi parti, - Hayvan Partisi! - 2012 yılında Sivri Ada’da anma toplantısı düzenledi. 1910’da, ölüme terk edilen 80 bin sokak köpeğini hatırlattı. İnsanlık adına özür diledi ve hatıralarına anıt dikilmesini sağladı.

1910’da yaşanan insanlık dışı trajedi, sinemaya da konu edildi. Senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini Serve Avedikyan’ın yaptığı ‘Hayırsız Ada’ isimli kısa animasyon filmi ile beyaz perdede gösterildi. Eser, katıldığı 63. Cannes Film Festivali’nde ‘En İyi Kısa Animasyon Filmi’ dalında ‘Altın Palmiye Ödülü’nü kazandı.

1 December 2020 22:50
1,441 kez okundu

Ali Hikmet İnce



Benzer Yazılar

Fransız Kılıcı Sallayan Harkiler

Cezayir, 130 yılı aşkın süre (1830 - 1962) Fransız sömürgesiydi. Koloni yönetimi, yerli halkı sindirmek için her türlü insanlık dışı uygulamayı yaptı. Süreç içinde Arap ve Bedevi asıllı 10 milyona yakın Müslüman hayatını yitirdi. ‘Harki’ denilen yerli işbirlikçiler, Fransız saflarında yer aldı. Verilen emirleri uyguladılar. Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda soydaşlarına karşı savaştılar.

Macron’un Özel Hayatı

Emmanuel Macron, ‘Fransa’nın en genç cumhurbaşkanı’ydı. Renkli, duygu dolu, mutlu, heyecanlı yaşam öyküsüne sahipti. Siyasette hep yükseldi ve görülmeyen bir el/kuvvet tarafından desteklendi.

ABD Bayrağıyla Pabuçlarını Parlatan Baba

Al Capone, İtalyan’dı fakat Sicilya kökenli değildi. Doğuştan suça meyyaldi. Cürüm işlerken haz duyardı. Bodyguardlık, fedailik, tetikçilik, hırsızlık, beyaz kadın ticareti gibi illegal/kirli işler yaptı. Her seferinde antikomünist ve Amerikan milliyetçisi olduğunu iddia etti. Devletinin ve yönetimin yanında durmuş göründü.

‘Türk Kasabı’ Kuyucu Paşa / 2

Kuyucu Murat Paşa, hac vazifesini de yerine getirdi. Yemen Beylerbeyi iken, ‘Seyfullah’ - ‘Allah’ın Kılıcı’! - diye bilinen ünlü Arap komutan Hâlid bin Velîd’in palasını bulup satın aldı! Tarihçiler, ‘Giriştiği savaşlarda Velîd’in silahını kullandığını,’ yazacaktı!

‘Türk Kasabı’ Devşirme - 1

Kuyucu, 90’ına ulaşmış inatçı ihtiyardı. Devleti ve padişahı, her daim ‘nimet’ bildi. Aldığı em(irle)ri, harfiyen - hatta fazlası ile abartarak! - uyguladı. ‘Devşirme yönetimindeki’ Osmanlı’nın Anadolu’da katlanılmaz dereceye varan icraatına karşı durmaktan başka çaresi kalmayan kişilere ve kitlelere karşı, tarihte örneğine pek az rastlanan kanlı sindirme harekâtına girişti!

Babasını Ağılayan Padişah!

2. Bâyezid de, babası Fatih Sultan Mehmet gibi ‘zehirlendi’! Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun satırlarına göre, ‘pek çok müverrihin paylaştığı ortak fikir: ‘Oğlu Şehzade Selim tarafından ağılandığı’ydı! Bedduası da: ‘Oğul! Kılıcın keskin ama ömrün kısa olsun!’ idi.’

Kardeşini Zehirleten Padişah!

Fatih’in büyük oğlu Şehzade Bâyezid, babasının ardından tahta çıktı. Fakat atasının izinden gitmedi. Resim, heykel gibi güzel sanatlara uzak durdu. Hatta bazı dinî saiklarla yasak(lar) getirdi. Oysa şehzadeliğinde ‘hazcı anlayışı’ benimsemişti.

Osmanlı’nın Rum ‘Valide Sultanları’

Orhan Gâzi’nin birinci eşi ‘Holofira’ ya da ‘Nilüfer Hatun’, Osmanlı Hanedanı’na giren ilk ‘yabancı kökenli gelin’ti. Kroniklere/tarihçilere bakılırsa, oğullarının padişahlığını gören ‘ecnebi’ hanım sultanların sayısı 23 idi! Bazılarına göre, adet daha da fazlaydı!

‘Türk Kasabı’ Kuyucu Paşa / 2

Kuyucu Murat Paşa, hac vazifesini de yerine getirdi. Yemen Beylerbeyi iken, ‘Seyfullah’ - ‘Allah’ın Kılıcı’! - diye bilinen ünlü Arap komutan Hâlid bin Velîd’in palasını bulup satın aldı! Tarihçiler, ‘Giriştiği savaşlarda Velîd’in silahını kullandığını,’ yazacaktı!

‘Türk Kasabı’ Devşirme - 1

Kuyucu, 90’ına ulaşmış inatçı ihtiyardı. Devleti ve padişahı, her daim ‘nimet’ bildi. Aldığı em(irle)ri, harfiyen - hatta fazlası ile abartarak! - uyguladı. ‘Devşirme yönetimindeki’ Osmanlı’nın Anadolu’da katlanılmaz dereceye varan icraatına karşı durmaktan başka çaresi kalmayan kişilere ve kitlelere karşı, tarihte örneğine pek az rastlanan kanlı sindirme harekâtına girişti!

Babasını Ağılayan Padişah!

2. Bâyezid de, babası Fatih Sultan Mehmet gibi ‘zehirlendi’! Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun satırlarına göre, ‘pek çok müverrihin paylaştığı ortak fikir: ‘Oğlu Şehzade Selim tarafından ağılandığı’ydı! Bedduası da: ‘Oğul! Kılıcın keskin ama ömrün kısa olsun!’ idi.’

Osmanlı’nın Rum ‘Valide Sultanları’

Orhan Gâzi’nin birinci eşi ‘Holofira’ ya da ‘Nilüfer Hatun’, Osmanlı Hanedanı’na giren ilk ‘yabancı kökenli gelin’ti. Kroniklere/tarihçilere bakılırsa, oğullarının padişahlığını gören ‘ecnebi’ hanım sultanların sayısı 23 idi! Bazılarına göre, adet daha da fazlaydı!

Fatih’in ‘Çapkın’ Şehzadesi

Fatih’in 2. oğlu, Şehzade Mustafa, askerliğe yatkındı, şiir söylerdi. Yakışıklı, hareketli ve ‘hercaî’ idi. Saray’ın ve hareminin cinsi latiflerini kendine hayran ederdi. ‘Güzelleri yalnız bırakmayı sevmediği,’ kayıtlara geçildi. Bu yüzden de hayatını yitirecekti!’

Fatih’in ‘Çapkın’ Şehzadesi

Fatih’in 2. oğlu, Şehzade Mustafa, askerliğe yatkındı, şiir söylerdi. Yakışıklı, hareketli ve ‘hercaî’ idi. Saray’ın ve hareminin cinsi latiflerini kendine hayran ederdi. ‘Güzelleri yalnız bırakmayı sevmediği,’ kayıtlara geçildi. Bu yüzden de hayatını yitirecekti!’

Dünyaya Doyamayan 160’lık Delikanlı / 1

Bitlisli Zaro Ağa, ömrünün tamamına yakınını İstanbul’da geçirdi. Güçlü kuvvetli, tuttuğunu koparan adamdı. Ölünceye kadar sigara içmeyi sürdürdü. ‘Dünyanın En Uzun Yaşayan Adamı’ diye ünlendi. Otopsisinde 3 böbrekli olduğu ortaya çıktı.

Dünyaya Doyamayan 160’lık Delikanlı / 2

Zaro Ağa, 130 yaşından sonra çok ünlendi fakat para kazamadı. Dünyayı dolaştı. Popüler isimlerle tanıştı, fotoğraf çektirdi. Reklam kampanyalarında etkin rol aldı. Kartpostalları/foto kartları yüz binlerce satıldı. Kısacası Ağa, ülkemizin ilk ‘uluslar arası medya ikonu’ydu!

50 Yıl Hapis Yatan Padişah

25. Osmanlı hükümdarı Sultan Osmân-ı Salis - 3. Osman! -, neredeyse ömrünün tamamına yakınında hapisteydi. Rutubetli, karanlık, az sayıda insanın gir(ebil)diği ‘kafes’de yarım asırdan fazla tutuklu kaldı. Güneşe, suya, doğaya hasretti. Memleket ve dünya siyasetinden uzaktı. İstanbul’un günlük hayatından bîhaberdi. ‘Ama kaderinde cihan devletinin tahtına oturmak da vardı!’

İki Defa Gömülen Vezir-i Azam

Hekimoğlu Ali Paşa, Osmanlı coğrafyasının tamamına yakınını dolaştı/gördü. Yöneticilik yapmadığı bölge - nerede ise! - kalmadı. İmparatorluğun en yüksek makamına ‘sadrazamlığa/vezir-i azamlığa’ - tam 3 defa! - kadar yükseldi. Devleti kontrol eder duruma geldi. Daima halkın yanında durdu, sorunları çözmeye çalıştı. ‘Maaşından başkaca gelire sahip olmadı. Rüşvete, irtikâba, hediyeye bulaşmadı/tenezzül etmedi!’ Şahsi birikimini cami, külliye, çeşme, kütüphane gibi hayır işlerinde harcadı. ‘Ailesine de temiz ismini miras bıraktı!’

Devlet Eliyle Kalpazanlık

Almanya, 2. Dünya Savaşı’nda ezeli düşmanı İngiltere ile sadece cephede karşılaşmadı. Ekonomik yıkıma uğratmak için de çok gizli ve usta işi planı devreye soktu. ‘Bernhard Operasyonu’ denilen harekâtla sahte kâğıt paraları İngilizlerin günlük hayatına soktu. Enflasyonu artırdı, fiyatları zıplattı.

Çanakkale’de Tarih Yazan Çocuk Askerler

Çanakkale; Türk’ün ölüm kalım savaşıydı. Kaybedilmesi boyunduruk getirecekti. Ama Türk’e kefen biçilemezdi. Türk Milleti; en zor zamanda ayağa kalkar; düşman(lar)ına hak ettiği dersi verirdi.

14 Yaşındaki Bombacı Ali Reşat Çavuş

Ali Reşat; Yüzbaşı Ali Bey’in oğluydu. Babası Makedonya Alayı’ndaydı; Balkan dağlarında eşkıya avıyla görevliydi.

Dâhilerin Şaşılacak Davranışları

Dünya tarihine yazıları, buluşları, yaptıkları işlerle yön veren, hepimizin isimlerini yakından bildiğimiz/tanıdığımız dâhilerin tuhaf, hatta şaşkınlık yaratan davranışları vardı.

‘Türk Kasabı’ Kuyucu Paşa / 2

Kuyucu Murat Paşa, hac vazifesini de yerine getirdi. Yemen Beylerbeyi iken, ‘Seyfullah’ - ‘Allah’ın Kılıcı’! - diye bilinen ünlü Arap komutan Hâlid bin Velîd’in palasını bulup satın aldı! Tarihçiler, ‘Giriştiği savaşlarda Velîd’in silahını kullandığını,’ yazacaktı!

‘Türk Kasabı’ Devşirme - 1

Kuyucu, 90’ına ulaşmış inatçı ihtiyardı. Devleti ve padişahı, her daim ‘nimet’ bildi. Aldığı em(irle)ri, harfiyen - hatta fazlası ile abartarak! - uyguladı. ‘Devşirme yönetimindeki’ Osmanlı’nın Anadolu’da katlanılmaz dereceye varan icraatına karşı durmaktan başka çaresi kalmayan kişilere ve kitlelere karşı, tarihte örneğine pek az rastlanan kanlı sindirme harekâtına girişti!

Babasını Ağılayan Padişah!

2. Bâyezid de, babası Fatih Sultan Mehmet gibi ‘zehirlendi’! Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun satırlarına göre, ‘pek çok müverrihin paylaştığı ortak fikir: ‘Oğlu Şehzade Selim tarafından ağılandığı’ydı! Bedduası da: ‘Oğul! Kılıcın keskin ama ömrün kısa olsun!’ idi.’

Kardeşini Zehirleten Padişah!

Fatih’in büyük oğlu Şehzade Bâyezid, babasının ardından tahta çıktı. Fakat atasının izinden gitmedi. Resim, heykel gibi güzel sanatlara uzak durdu. Hatta bazı dinî saiklarla yasak(lar) getirdi. Oysa şehzadeliğinde ‘hazcı anlayışı’ benimsemişti.

Fatih’in ‘Çapkın’ Şehzadesi

Fatih’in 2. oğlu, Şehzade Mustafa, askerliğe yatkındı, şiir söylerdi. Yakışıklı, hareketli ve ‘hercaî’ idi. Saray’ın ve hareminin cinsi latiflerini kendine hayran ederdi. ‘Güzelleri yalnız bırakmayı sevmediği,’ kayıtlara geçildi. Bu yüzden de hayatını yitirecekti!’

Hadım Edilen Veziriazamlar

İslam Peygamberi Hazret-i Muhammed’in şiddetle yasaklamasına rağmen, sonraki dönemlerde ‘halife’, ‘hükümdar’, ‘padişah’ vb. sıfatları taşıyan çoğu yönetici, ‘hadım personeli’ el üstünde tuttu. Harem(lerin)in namusunu, şahsi güvenliklerini ‘iğdiş’ kişilere emanet etti. Devlet yönetimde en üstün mevkilere kadar yükseltti. Osmanlı’da da çok sayıda ‘hadım’/‘burulmuş’ yüksek yönetici ve hatta sadrazam mevcuttu!

Yeşilçam’ın Küçük Dev Adamı

Hayri Caner, Yeşilçam’ın çok yönlü emekçisiydi. Yazdı, yönetti, rol aldı, kritize etti. Beyaz perdenin her veçhesini derinlemesine tanıdı. Babıâli’de de nefes aldı, ekmek parasını kazandı. Annesinin yardımı, manevi desteği ile hayata tutunmaya çalıştı. Sonrasında hep yokluk, çaresizlik, ümitsizlik ve yılgınlık içinde yaşadı.

Kitapsız İlim, Tekçe'siz Film Olmaz

Ahmet Tarık Tekçe, Yeşilçam Sokağı’nda yaşadı, nefes aldı, sinema için terledi ve rızkını temine çalıştı. Bazı yapımcıların sömürüsüne karşın, hakkını isterken bile zorlandı. Paranın değil, beyaz perdenin cazibesine kapıldı.

Zeki Müren’in Bilinmeyenleri

‘Sanat Güneşi’ diye de tanınan, ünlü TSM sanatçısı Zeki Müren, toplumun değer yargılarına azami saygı göstermeye çalıştı. İstanbul’da bir köyün okulunu, camisini, kütüphanesini ve yolunu yaptırdı. Hayırlarının kimse tarafından bilinmesini istemedi, reklâmını yapmadı. Görkemli/şaşaalı yaşadı fakat çoğu sırrını da yanında götürdü.

Hadım Edilen Veziriazamlar

İslam Peygamberi Hazret-i Muhammed’in şiddetle yasaklamasına rağmen, sonraki dönemlerde ‘halife’, ‘hükümdar’, ‘padişah’ vb. sıfatları taşıyan çoğu yönetici, ‘hadım personeli’ el üstünde tuttu. Harem(lerin)in namusunu, şahsi güvenliklerini ‘iğdiş’ kişilere emanet etti. Devlet yönetimde en üstün mevkilere kadar yükseltti. Osmanlı’da da çok sayıda ‘hadım’/‘burulmuş’ yüksek yönetici ve hatta sadrazam mevcuttu!

Yeşilçam’ın Küçük Dev Adamı

Hayri Caner, Yeşilçam’ın çok yönlü emekçisiydi. Yazdı, yönetti, rol aldı, kritize etti. Beyaz perdenin her veçhesini derinlemesine tanıdı. Babıâli’de de nefes aldı, ekmek parasını kazandı. Annesinin yardımı, manevi desteği ile hayata tutunmaya çalıştı. Sonrasında hep yokluk, çaresizlik, ümitsizlik ve yılgınlık içinde yaşadı.

Kitapsız İlim, Tekçe'siz Film Olmaz

Ahmet Tarık Tekçe, Yeşilçam Sokağı’nda yaşadı, nefes aldı, sinema için terledi ve rızkını temine çalıştı. Bazı yapımcıların sömürüsüne karşın, hakkını isterken bile zorlandı. Paranın değil, beyaz perdenin cazibesine kapıldı.

Zeki Müren’in Bilinmeyenleri

‘Sanat Güneşi’ diye de tanınan, ünlü TSM sanatçısı Zeki Müren, toplumun değer yargılarına azami saygı göstermeye çalıştı. İstanbul’da bir köyün okulunu, camisini, kütüphanesini ve yolunu yaptırdı. Hayırlarının kimse tarafından bilinmesini istemedi, reklâmını yapmadı. Görkemli/şaşaalı yaşadı fakat çoğu sırrını da yanında götürdü.

Çankaya Köşkü'nde Eşek Sütüyle Güzellik Banyosu

Prenses Süreyya, İran İmparatoriçesi sıfatı ile ülkemize - 1951 ve 1956’da! - iki resmi ziyarette bulundu. Büyük ilgi gördü, el üstünde tutuldu. Güzellik reçetesini de uygulamasına fırsat tanındı…

Bataklıkta Açan Çiçek: ‘Esengül’

Esengül, 24 yıllık kısacık ömründe çoğumuzun yüreğine dokunmayı başardı. Şarkılarıyla yaşamımıza karıştı, kalplerimizi sızlattı. Küllenmiş hatıralarımıza yeniden köz verdi. İstanbul’un varoşlarına yerleşe(bile)n Anadolu insanının sevda/hasret dünyasını canlı tuttu.

MİT’çi Aktör / I

Avrupalı ve ABD’li ünlü yıldızlar gibi bol para kazandı. Geleceğini düşünmeden harcadı. Hovardaydı, güzel kızlara ve kadınlara düşkündü. Lüks yatında/karavanında misafir eder, ‘mirasyedi hayatı’ yaşardı. 8 kez nikâhlanıp boşandı. Sadece özel yaşantısıyla değil, filmleriyle de iz bıraktı, ‘gıpta’ ile izlendi!

MİT’çi Aktör / 2

Avrupalı ve ABD’li ünlü yıldızlar gibi bol para kazandı. Geleceğini düşünmeden harcadı. Hovardaydı, güzel kızlara ve kadınlara düşkündü. Lüks yatında/karavanında misafir eder, ‘mirasyedi hayatı’ yaşardı. 8 kez nikâhlanıp boşandı. Sadece özel yaşantısıyla değil, filmleriyle de iz bıraktı, ‘gıpta’ ile izlendi!

Kardeşini Zehirleten Padişah!

Fatih’in büyük oğlu Şehzade Bâyezid, babasının ardından tahta çıktı. Fakat atasının izinden gitmedi. Resim, heykel gibi güzel sanatlara uzak durdu. Hatta bazı dinî saiklarla yasak(lar) getirdi. Oysa şehzadeliğinde ‘hazcı anlayışı’ benimsemişti.

Musikimizin Son Muhteşem İncisi

İnci Çayırlı, Münir Nurettin Selçuk, Emin Ongan, Saadettin Kaynak gibi klasik musikimizin son döneminde yetişen geleneksel halkanın temsilcisiydi. Birikimini nefes aldığı sürece öğretmeye çalıştı.

2. Abdülhamit’in Gizemli Dünyası

Sultan 2 Abdülhamit; kimi muhaliflere göre Kızıl Sultan; kimi yazarlara göre Gök Sultan; kimi siyasî İslâmcılara göreyse Evliya Sultan’dı. Osmanlı Tarihi’nde hakkında en çok kitap yazılan, eleştirilen/çekiştirilen ve övgüye/sövgüye mahzar olan başka padişah yoktu. Sonuçta; Abdülhamit Han da insandı; eksiklere, fazlalıklara, zayıflıklara ve kuvvetli yönlere sahipti. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükünü/sorumluluğunu 33 yıl omuzlarında taşıdı. Yararlı işlerin yanında, çok ciddi hatalar da yaptı. Ama son kararı tarih verecekti…

Diğer Türk Tarihi Yazıları

Dünyaya Doyamayan 160’lık Delikanlı / 2

Zaro Ağa, 130 yaşından sonra çok ünlendi fakat para kazamadı. Dünyayı dolaştı. Popüler isimlerle tanıştı, fotoğraf çektirdi. Reklam kampanyalarında etkin rol aldı. Kartpostalları/foto kartları yüz binlerce satıldı. Kısacası Ağa, ülkemizin ilk ‘uluslar arası medya ikonu’ydu!

Dünyaya Doyamayan 160’lık Delikanlı / 1

Bitlisli Zaro Ağa, ömrünün tamamına yakınını İstanbul’da geçirdi. Güçlü kuvvetli, tuttuğunu koparan adamdı. Ölünceye kadar sigara içmeyi sürdürdü. ‘Dünyanın En Uzun Yaşayan Adamı’ diye ünlendi. Otopsisinde 3 böbrekli olduğu ortaya çıktı.

Tahta Çıkınca ‘Sünnet Olan’ Padişah

I. Ahmet, 14 yaşında tahta oturdu. 14. Osmanlı padişahıydı. 14’ünde sünnet edildi. Saltanatı 14 yıl sürdü. Bazı müverrihlere göre 14 oğul babasıydı. İnşa ettirdiği caminin ‘Ahmediye Camii’nin - Sultan Ahmet Camii! - ilk tasarımında 14 şerefesi olduğu yazılacaktı. Sultan Ahmed-i Evvel’in hayatı ilgi çekici olaylar ve tezatlarla doluydu.

Osmanlı’nın Rum ‘Valide Sultanları’

Orhan Gâzi’nin birinci eşi ‘Holofira’ ya da ‘Nilüfer Hatun’, Osmanlı Hanedanı’na giren ilk ‘yabancı kökenli gelin’ti. Kroniklere/tarihçilere bakılırsa, oğullarının padişahlığını gören ‘ecnebi’ hanım sultanların sayısı 23 idi! Bazılarına göre, adet daha da fazlaydı!

Osmanlı’nın Tek ‘Kadın Padişahı’

Kösem Sultan, Osmanlı Hanedanı’nın tahta çıkan erkek üyelerinin çoğundan daha uzun süre hüküm sürdü. Devleti - tek başına! - 20 yılı aşkın idare etti. Bürokrasideki rakip/karşıt grupları/kanatları ustalıkla dengeledi. Ağzından çıkan her kelime ‘buyruk’/‘kanun’ kabul edildi. ‘Kadife eldiven içindeki çelik ele benzetildi!’

‘Kıbrıs’ı Veren’ 2. Abdülhamit

2. Abdülhamit’in saltanatının 2. yılında Osmanlı yok oluşun eşiğinden döndü. Tarih, ’93 Harbi’ gibi örneğine çok az rastlanır drama şahitlik etti. Ruslar, İstanbul’un tarihi surlarına kadar ulaştı. Her an şehri alabilir, her şeyi talan edebilir, binlerce insanı öldürebilirlerdi. Sultan şoka girdi, ne yapacağını bilemedi. İngiliz Büyükelçisi Sir Henry Layard’ın önerisini kabul etmek zorunda kaldı. Kıbrıs’ı vermesi karşılığında şahsının ve imparatorluğun hayatiyetini garantiye alabilecekti! ‘Denize düşen yılana sarılırdı!’

‘Padişah Oğlunu Boğduran’ Valide

Tarihçilerin ‘Rum asıllı!’ dedikleri Kösem Sultan, İslâm dinini benimsedi, Harem’de eğitildi/yetiştirildi. Osmanlı Devleti’ni 20 yılı aşkın süre yönetti. Sultanlığın, milletin, Sünni İslam dünyasının kaderinde birincil derecede söz/hak sahibi oldu.